Konum

Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Topkapı Sarayı'na sadece 5 dakikalık yürüme mesafesinde bulunan bu otel, ücretsiz kablosuz internet erişimine sahip modern konaklama birimleri sunmaktadır. Çatı terası vardır ve açık büfe kahvaltı sunar.

Sultanahmet'in kalbinde yer alan Agora Life Hotel, İstanbul'un en tarihi yerlerine kolay erişmek isteyen konuklar için ideal bir konuma sahiptir.

Odaların her biri zevkle dekore edilmiştir ve çağdaş ahşap zeminlere sahiptir. LCD TV ve dizüstü bilgisayar kasası ile donatılmıştır. Düşünceli dokunuşlar ayrıca varışta bir meyve sepeti ve bir şişe maden suyu içerir. Ayrıca her gün yenilenen odalarda ücretsiz çay-kahve yapma imkanı da mevcuttur.

İstanbul'daki Kapalı Çarşı sadece 10 dakikalık yürüme mesafesindedir. Ayrıca, İstanbul'un geri kalanına kolay erişim sağlayan Agora Life'a yakın mükemmel toplu taşıma bağlantıları da bulunmaktadır. Hareketli Taksim Meydanı tesise 4,5 km, İstanbul Kongre Merkezi ise 6 km uzaklıktadır.

Özenli personel, kiralık araba ayarlayabilir, havaalanı servisi sağlayabilir veya bölgede görülecek ve yapılacak şeyler hakkında ipuçları verebilir. Agora Life Hotel, Atatürk Havaalanı'na 18 km, Sabiha Gökçen Havaalanı'na 45 km uzaklıktadır. İstanbul Havaalanı 52 km uzaklıktadır.

Otel, bu web sitesinde oda rezervasyonu yapan ve 6 gece veya daha uzun süre konaklayan misafirlere ücretsiz havaalanında karşılama hizmeti sunmaktadır.

Yerebatan Sarnıcı

İstanbul'un görkemli tarihsel yapılarından birisi de Ayasofya’nın güneybatısında bulunan Bazilika Sarnıcı’dır. Bizans İmparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlar sebebiyle halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak isimlendirilmiştir. Sarnıcın bulunduğu yerde daha önce bir Bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılır.

Sarnıç, uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olan dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan, dev bir yapıdır. Toplam 9.800 m2 alanı kaplayan bu sarnıç, yaklaşık 100.000 ton su depolama kapasitesine sahiptir. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her biri 28 sütun içeren 12 sıra meydana getirirler.  Çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmı da iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları, yer yer farklı özellikler taşır. Bunlardan 98 adedi Corint üslûbu yansıtırken bir bölümü de Dor üslûbunu yansıtmaktadır.  Sarnıçtaki sütunların köşeli veya yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük bir çoğunluğu silindir biçimindedir. Sarnıcın ortasına doğru kuzeydoğu duvarı önünde yer alan 8 sütun, 1955-1960 yıllarında yapılan bir inşaat sırasında kırılma tehlikesine maruz kaldıklarından, bunların her biri, kalın bir beton tabaka içine alınarak dondurulmuş ve bu yüzden eski özelliklerini kaybetmişlerdir. Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır. Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini, Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiştir. 

Bizans döneminde bu çevrede geniş bir sahayı kaplayan ve imparatorların ikamet ettiği büyük sarayın ve bölgedeki diğer sakinlerin su ihtiyacını karşılayan Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra bir müddet daha kullanılmış ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı’nın bahçelerine buradan su verilmiştir.

İslâmî kaidelerin temizlik esasları gereği durgun su yerine akar vaziyetteki suyu tercih eden Osmanlılar’ın şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılan Sarnıç, 16. yüzyılın ortalarına gelinceye kadar Batılılar tarafından fark edilmemiş, nihayet 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilerek Batı âlemine tanıtılmıştır. P. Gyllius, araştırmalarından birinde, Ayasofya civarında dolaşırken, buradaki evlerin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri yuvarlak büyük deliklerden ev halkının aşağıya sarkıttıkları kovalarla su çektikleri, hatta balık tuttuklarını öğrendi. Büyük bir yeraltı sarnıcının üzerinde bulunan ahşap bir binanın duvarlarla çevrili avlusundan, yerin altına inen taş basamaklardan elinde bir meşaleyle sarnıcın içerisine girdi. P. Gyllius, çok zor şartlarda sarnıcı sandalla dolaşarak ölçülerini alıp sütunlarını tespit etti. Gördüklerini ve edindiği bilgileri seyahatnamesinde yayımlanan Gyllius, birçok seyyahı etkilemiştir.

Sarnıç, kurulduğundan günümüze kadar çeşitli onarımlardan geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde iki defa onarılan sarnıcın ilk onarımı 3. Ahmet zamanında (1723) Mimar Kayserili Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. İkinci onarım ise Sultan 2. Abdülhamid (1876-1909) zamanında gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyet Dönemi'nde de sarnıç, 1987'de İstanbul Belediyesi tarafından temizlenerek ve bir gezi platformu yapılmak suretiyle ziyarete açılmıştır. 1994 yılının Mayıs ayında yeniden büyük bir temizlik ve bakımdan geçmiştir.

Medusa Başı

Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa Başı, Roma Dönemi heykel sanatının şaheserlerindendir. Sarnıcı ziyaret eden insanların en çok ilgisini çeken Medusa başlarının hangi yapılardan alınıp buraya getirildiği bilinmemektedir. Araştırmacılar, genellikle sarnıcın inşası sırasında salt sütun kaidesi olarak kullanılması amacıyla getirildiklerini düşünmektedirler. Bu görüşe rağmen, Medusa Başı hakkında birtakım efsaneler oluşmuştur.

Bir efsaneye göre Medusa, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgona’ dan biridir. Bu üç kız kardeşten yılan başlı Medusa, kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. Bir görüşe göre o dönemde büyük yapılar ve özel yerleri korumak için Gorgona resim ve heykelleri kullanılırdı ve Sarnıca Medusa başının konulması da bu yüzdendir. 

Başka bir rivayete göre de Medusa, siyah gözleri, uzun saçları ve güzel vücudu ile övünen bir kızdı. Medusa, Zeus’ un oğlu Perseus’u seviyordu. Bu arada Athena da Perseus’u seviyor ve Medusa’yı kıskanıyordu. Bu yüzden Athena, Medusa’nın saçlarını yılana çevirdi. Artık Medusa’nın baktığı herkes, taşa dönüşüyordu. Daha sonra Perseus, Medusa’nın başını kesti ve onun bu gücünden yararlanarak pek çok düşmanını yendi.

Buna dayanarak Medusa Başı, Bizans’da kılıç kabzalarına işlenmiş ve sütun kaidelerine (bakanların taş kesilmemesi için) ters olarak yerleştirilmiştir. Bir rivayete göre de Medusa, yana bakıp kendisini taşa çevirmiştir. Bu yüzden buradaki heykeli yapan heykeltıraş, ışığın yansıma açılarına göre Medusa’ yı üç ayrı konumda yapmıştır.

İstanbul gezi programlarının ayrılmaz bir parçası olan bu gizemli mekânı, bugüne kadar ABD eski Başkanı Bill Clinton'dan Hollanda Başbakanı Wim Kok'a, İtalyan eski Dışişleri Bakanı Lamberto Dini'den İsveç eski Başbakanı Göran Persson'a ve Avusturya eski Başbakanı Thomas Klestil'e kadar birçok kişi ziyaret etti.

Hâlihazırda İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden Kültür A.Ş. tarafından işletilen Yerebatan Sarnıcı, müze olmanın yanı sıra, ulusal ve uluslararası birçok etkinliğe ev sahipliği etmektedir.

Sultan Ahmet Camii

Sultan Ahmet Camii, 1609-1617 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırılmıştır. Cami mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Camii (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1935 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.

Aslında Sultanahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük eserlerden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.

Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate sayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir. Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır. Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir.

Mimari

Sultanahmet camiinin tasarımı Osmanlı cami mimarisi ile Bizans kilise mimarisinin 200 yıllık sentezinin zirvesini oluşturur. Komşusu olan Ayasofya'dan bazı Bizans esintileri içermesinin yanı sıra geleneksel İslami mimari de ağır basar ve klasik dönemin son büyük camisi olarak görülür. Caminin mimarı, büyük usta Mimar Sedefkar Mehmet Ağa'nın "boyutta büyüklük, heybet ve ihtişam" fikirlerini yansıtmada başarılı olmuştur.

Dış

Köşe kubbelerin üstündeki küçük kulelerin eklenmesi dışında, geniş ön avlunun cephesi Süleymaniye Camii'nin cephesiyle aynı tarzda yapılmıştır. Avlu neredeyse caminin kendisi kadar geniştir ve kesintisiz bir kemeraltıyla çevrilmiştir. Her iki tarafında abdesthaneler vardır. Ortadaki büyük altıgen fıskiye avlunun boyutları göz önüne alındığında küçük kalır. Avluya doğru açılan dar anıtsal geçit kemeraltından mimari olarak farklı durur. Yarı kubbesi kendinden daha küçük çıkıntılı bir kubbe ile taçlandırılmış ve ince sarkıt bir yapıya sahiptir.

İç

Her katında alçak düzeyde olmak üzere, caminin içi İznik'te 50 farklı lale deseninden üretilmiş 20 binden fazla çini ile bezenmiştir. Alt seviyelerdeki çiniler gelenekselken, galerideki çinilerin desenleri çiçekler, meyveler ve servilerle gösterişli ve ihtişamlıdır. 20 binden fazla çini İznik'te çini ustası Kasap Hacı ve Kapadokyalı Barış Efendi'nin yönetiminde üretilmiştir. Her çini başına ödenecek tutar sultanın emriyle düzenlense de çini fiyatı zamanla artmış, bunun sonucunda kullanılan çinilerin kalitesi zamanla azalmıştır. Renkleri solmuş ve cilaları sönükleşmiştir. Arka balkon duvarındaki çiniler 1574'teki yangında zarar gören Topkapı Sarayı'nın hareminden geri dönüştürülen çinilerdir.


Caminin içindeki en önemli unsur ince işçilikle oyulmuş ve yontulmuş mermerden yapılma mihraptır. Bitişik duvarlar seramik çinilerle kaplanmıştır. Fakat çevresindeki çok sayıda pencere onu daha az ihtişamlı gösterir. Mihrabın sağında zengin dekore edilmiş minber bulunur. Cami en kalabalık halinde dahi olsa herkesin imamı duyabileceği şekilde tasarlanmıştır.İç kısmın daha yükseklerine mavi boya hakimdir, fakat düşük kalitelidir. 200'den fazla karışık leke desenli cam doğal ışığı geçirir, bugün avizelerle desteklenmişlerdir. Avizelerde devekuşu yumurtası kullanımının örümcekleri uzak tuttuğunun keşfedilmesi örümcek ağlarının oluşumunu engellemiştir. Kur'an'dan sözler içeren hat dekorasyonlarının çoğu zamanın en büyük hat sanatçısı Seyid Kasım Gubari tarafından yapılmıştır. Yerler yardımsever insanlarca eskidikçe yenilenen halılarla kaplıdır. Pek çok büyük pencere geniş ve ferah bir ortam hissi vermektedir. Zemin kattaki açılır pencereler "opus sectile" adı verilen bir döşeme şekliyle dekore edilmiştir. Her kavisli bölüm bazıları ışık geçirmeyen 5 pencereye sahiptir. Her yarı kubbe 14 pencereye ve merkez kubbe 4'ü kör olmak üzere 28 pencereye sahiptir. Pencereler için renkli camlar Venedik sinyorundan sultana hediyedir. Bu renkli camların çoğu bugun sanatsal değeri olmayan modern versiyonlarıyla değiştirilmiştir.

Sultan mahfili güneydoğu köşesindedir. Bir platform, iki küçük dinlenme odası ve sundurmadan oluşur ve padişahın güneydoğu üst galerideki locasına geçişi bulunur. Bu dinlenme odaları 1826'da yeniçerilerin ayaklanması sırasında veziriazamın yönetim merkezi oldu. Hünkar Mahfili 10 adet mermer sütunla desteklenmiştir. Zümrüt, gül ve yaldızlarla süslenmiş ve yaldızlarla 100 adet Kuran işlenmiş kendi mihrabı vardır.

Caminin içindeki birçok lamba zamanında altın ve diğer değerli taşlarla ve de içinde devekuşu yumurtası ya da kristal toplar bulunabilecek cam kaselerle kaplıydı. Bu dekorların tümü ya kaldırıldı ya da yağmalandı.

Duvarlardaki büyük tabletlerde halifelerin isimleri ve Kur'an'dan parçalar yazılıdır. Bunları orijinal haliyle 17. yüzyılın büyük hat sanatçısı Diyarbakırlı Kasım Gubari yapmıştır, fakat yakın zamanda restore edilmek için kaldırılmışlardır.

Minareler

Sultanahmet camii Türkiye'de 6 minaresi olan 4 camiden biridir. Diğer 3 tanesi ise İstanbul Arnavutköy'de Taşoluk Yeni Camii, Adana'daki Sabancı Camii ve Mersin'deki Muğdat Camii'dir. Minarelerin sayısı ortaya çıkınca sultan küstahlıkla suçlanmıştır çünkü o zamanlarda, Mekke'deki Kâbe'de de 6 minare bulunmaktadır. Sultan bu problemi Mekkede olan (Mescidi Haram) camiye yedinci minareyi yaptırarak çözer. 4 minare caminin köşelerindedir. Kalem şeklindeki bu minarelerin her birinin 3 şerefesi vardır. Ön avludaki diğer iki minare ise ikişer şerefelidir.

Yakın zamana kadar müezzin günde 5 kere dar sarmal merdivenleri çıkmak zorunda kalıyordu, bugün ise toplu dağıtım sistemi uygulanıyor ve diğer camilerce de yankılanan ezan şehrin eski bölümlerinde de duyuluyor. Türklerin ve turistlerin oluşturduğu kalabalık günbatımı vaktinde, güneş batarken ve cami renkli projektörlerle parlak bir şekilde aydınlatılmaya başlarken parkta toplanıp yüzünü camiye vererek akşam ezanını dinliyorlar.

Cami inşa edildiği dönemlerde uzunca bir süre cuma günleri Topkapı Sarayı'ndakilerin ibadetlerini gerçekleştirdiği mekân olmuştur.

Cagaloglu Turkish Bath House

.Before the construction of Cağaloğlu Turkish Bath, the palace built by Nevşehirli Damat İbrahim Paşa stood on the same location. The palace was destroyed by a fire in 1740, and the Cağaloğlu Bath started being constructed on its site. It is of capital importance historically and today as it is the last great Turkish bath constructed before Sultan Mustafa III prohibited the construction of great baths in 1768 due to the increasing water and firewood needs of the city.

Dolmabahce Sarayı

Evliya Çelebi; Dolmabahçe Sarayı’nın bugünkü yerinde Yavuz Sultan Selim’in bir köşk yaptırdığını yazar. I Ahmet zamanında, mekân taşla doldurulur ve köşk büyütülür. Sarayın ve yerleşimin adı buradan gelir. 19 yy.da II. Mahmut aynı yerde yeni bir saray bina eder. Bugünkü yapı ise; 1842 yılında I. Abdülmecit tarafından, Karabet Balyan’a inşa ettirilir. Yapımı 1853 senesine kadar devam eden Saray; Abdülmecit’in İkamet ettiği yer olmasının yanı sıra, resmi işleri de gördüğü mekândır. Abdülmecit’ten sonra kardeşi Abdülaziz’de bu Saray’da yaşamıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra Atatürk’ün İstanbul’daki Cumhurbaşkanlığı Konutu olan Dolmabahçe Sarayı, 10 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün öldüğü yer olması münasebetiyle, Cumhuriyet tarihinde ayrı bir öneme sahiptir. Dolmabahçe Sarayı’nın ana yapıları; Harem, Mabeyn, Saat Kulesi ve Dolmabahçe Camiidir. Saray’da 285 oda ve 46 adet salon, 6 hamam ve 68 tuvalet vardır. Saray 110 bin metrekare alana kurulmuş ve 1910’larda elektrik ve kalorifer sistemine geçmiştir. Mabeyn merdivenlerinin korkulukları, kristallerle süslenmiş harikulade bir görünümde olup; Mabeyndeki Taht Salonu’nda bulunan 36 metrelik kubbeden sarkan dört tonluk ve yedi yüz elli ampullü kristal avize, salona Avrupai bir hava katmaktadır. Bu avize Kraliçe Victoria’nın hediyesidir. Bu Taht Salonu 19 Mart 1877 tarihinde, II Abdülhamit’in Osmanlı meclisini açılışına ev sahipliği de yapmıştır. Ayrıca; Haremde, Taht Salonu’nun izlenebileceği bir koridor vardır. Harem, törenlerin yapıldığı Mavi Salon, kadınların eğlendiği Pembe Salon, Atatürk’ün kaldığı odalar, Valide Sultan odaları gibi farkı mekânları barındırır. Saray’ın girişinde yer alan 30 metre yüksekliğindeki saat kulesininse 1895 yılında tamamlandığı söylenir. Saray’ın yanındaki Dolmabahçe Camii, Osmanlı mimarisine damgasını vuran; Balyanlardan, Nikoğos Balyan tarafından 1853 yılında tamamlanmıştır. Dolmabahçe Sarayı’nın arka kısmında Sultan’ın kuşları için 19 yy.da inşa edilmiş ufak bir köşk yer alır. Yapıda o dönem farklı türden, birçok kuş barındırılmıştır.

Kapalı Çarşı

Nuruosmaniye , Mercan ve Beyazıt arasında yer alan Kapalıçarşı’mız 64 cadde ve sokağı , iki bedesteni , 16 hanı , 22 kapısı ve yaklaşık 3600 dükkanı ile dünyanın en eski ve en büyük alışveriş merkezidir. 45000 metrekare kapalı alana sahip olup, içinde yaklaşık 20000 kişi çalışmakta ve mevsimine göre günde 300 ile 500 Bin arasında ziyaretçi almaktadır. Kapalıçarşı’nın çekirdeğini oluşturan iki bedestenden İç Bedesten , yani Cevahir Bedesteni müellifler arasında tartışmalı olmakla beraber büyük olasılıkla Bizans’tan kalma bir yapı olup 48 m x 36 m ölçülerindedir. Yeni Bedesten ise 1461 yılında yaptırılmaya başlanan Kapalıçarşı’nın ikinci önemli yapısıdır ve Sandal Bedesteni olarak anılmaktadır. Burada bir yolu pamuk , bir yolu ipekten dokunan ve Sandal adı verilen kumaş satıldığı için Sandal Bedesteni ismi verilmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in Kapalıçarşı’nın inşaatına başladığı yıl olan 1461 Kapalıçarşı’mızın kuruluş yılı olarak kabul görmüştür. Asıl büyük çarşı ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından ahşap olarak inşa ettirilmiştir. Eski zenginlerin mücevher , kıymetli maden , kürk ve murassa silah gibi değerli eşyalarının yanı sıra devlet hazinesinin büyük kısmı da buralardaki kasalarda muhafaza edilirdi. Evliya Çelebi burayı muazzam güçlü bir kale gibi tanımlamıştı. Prof. Dr. Önder Küçükerman’ın saptamalarına göre Topkapı Sarayı imparatorluğun beyni , Kapalıçarşı ise ekonominin kalbi olmuştur. 19. yüzyılın başında Haliç’in öbür yakasına Galata’ya bankalar ve bankerler yerleşmeye başlayınca imparatorluk ekonomisinin kalbi de orada atmaya başladı ve daha sonra da beyin , yani saray da o yakaya geçerek kendisine Dolmabahçe , Yıldız ve Çırağan’ı mekan tuttu. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar lonca sisteminin işlerliğini koruduğu Kapalıçarşı’da her türlü meslek usta-çırak ilişkisi ile operatif olarak öğrenilir ve yürütülürdü. Meşrutiyet’ten sonra , değişen koşullar nedeniyle lonca sistemi bozuldu ve ticaret zamanın koşullarına göre yapılanmaya başladı. Bedesten ve Çarşı , 4. Mehmet zamanındaki 20 Kasım 1651 Tarihli yangından başlayarak 26 Kasım 1954 Tarihindeki yangına kadar 20’yi aşkın deprem ve yangın felaketine maruz kalmış , 1894 depreminden sonra yapılan tadilatlarla bugünkü halini almıştır. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’deki anlatımına göre 17. yüzyılın ortalarında Kapalıçarşı’da 4399 dükkan , 2195 oda , 497 tane dolap denilen küçük dükkan , iki lokanta , on iki hazine dairesi , bir cami , on mescit , bir hamam , 19 çeşme , sekiz tulumbalı kuyu , 24 han , bir mektep ve bir türbe vardı. Bugün dükkan ve han sayısının o zamandan daha az oluşunun sebebi daha önce Çarşı içinde bulunan Sarnıçlı Han , Paçavracı Han , Alipaşa Cami Han , Yolgeçen Han , Tığcılar Sokak , Örücüler Sokak ve Çadırcılar Caddesi gibi bazı han ve sokakların 1894 depreminden sonra başlayan ve 1898 yılında biten tadilat esnasında Çarşı’nın dışında bırakılmış olmasıdır. Kapalıçarşı’mız İmparatorluk Devri’nde , ülkedeki diğer kapalı çarşılardan ayrılması için , bugünkü Grandbazaar ifadesi gibi Çarşu-ı Kebir , yani Büyük Çarşı olarak anılırdı. Üç dört kuşaktan beri çarşımızda esnaflık yapan ailelerin ellerindeki Osmanlı Devri tapularında bu kayıt mevcuttur. Kapalıçarşı’nın cadde ve sokakları o zaman aynı işi yapan insanların toplandığı yerler olduğu için Kalpakçılar , Kuyumcular , Aynacılar , Fesçiler , Yağlıkçılar gibi iş kollarına göre isim almıştır. Kapalıçarşı her devirde yabancı seyyahların kitaplarında ve yabancı ressamların tablolarında bir masal dünyası gibi yaşatılmıştır.

Aya Sofya

I. Kilise İmparator Constantinos 'un (324–337) oğlu imparator Constantios (337–361) tarafından 360 yılında yaptırılmıştır. Bu kilise bazilikal planlı ve ahşap çatılıdır. Kilise 404 yılında İmparator Arcadios'a karşı, çıkan halk ayaklanmasında kısmen yakılmış ve harap olmuştur. II. Kilise İmparator II. Theodosios (408–450) tarafından Mimar Ruffinos 'a 415 yılında inşaa ettirilmiştir. Bu yapı da yine bazilikal planlı, ahşap çatılı, 5 nefli ve 3 kapılı anıtsal girişli bir yapıdır. II. Ayasofya da İmparator Iustinianos ( 527–565) aleyhine 532 yılında başlayan ve tarihte Nika ayaklanması olarak adlandırılan isyan sonucunda yanmış ve yıkılmıştır. Bugünkü Ayasofya İmparator Iustinianos tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos'lu (Milet) Isidoros ile Tralles'li (Aydın) Anthemios 'a yaptırılmıştır. Binanın yapımına 23 Şubat 532 tarihinde başlanmış,1000 usta ve 10.000 işçi ile 5 yılda tamamlanmış, 27 Aralık 537 yılında ibadete açılmıştır. Ayasofya'da VI. yüzyılda yapılan orjinal tavan mozaiklerinin bitkisel ve geometrik motifli olanları günümüze kadar ulaşmış, ancak tasvirli mozaikler ikonaklazma akımının bitiminden sonra yapılmıştır. Ayasofya Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un 1453 yılında fethi ile birlikte camiye çevrilmiş, çeşitli tarihi belgelerde harap durumda olduğu belirtilen yapı İstanbul'un fethinden sonra hiçbir tahribata uğratılmadığı gibi, yapılan güçlendirme ve onarımlarla günümüze kadar en iyi şekilde korunmuştur. Ayrıca Osmanlı mimari unsurları ile yapılan ilave ve eklerle de kutsal bir mekân ve ibadethane olarak varlığını sürdürmüştür. Yapının içine XVI. ve XVII. yüzyıllarda minber, mihrap, vaaz kürsüleri, ahşap korkuluklar ilave edilmiştir. Sultan I.Mahmut döneminde kütüphane yaptırılmıştır. Burada yer alan çiniler XVI. yüzyılın seçkin örneklerindendir. Farklı dönemlerde minareler, Ayasofya avlusu içerisinde I. Mahmut tarafından şadırvan ve Sıbyan mektebi ve Sultan Abdülmecit döneminde muvakkithane yaptırılmıştır. Ayasofya'nın güney avlusunda III. Murat türbesi, Sultan III. Mehmet türbesi, Sultan II. Selim Türbesi, Şehzadeler Türbesi inşaa edilmiştir. Bizans döneminde Vaftizhane olan yapı ise Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim türbesi haline getirilmiştir. Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya'yı camiye çevirdikten sonra kuzey tarafına bir medrese inşa ettirdiği bilinmektedir. Ayasofya 24 Kasım 1934' te Mustafa Kemal Atatürk'ün önerisi ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye dönüştürülerek 1 Şubat 1935' te ziyarete açılmıştır.

Atatürk Havalimanı

İstanbul`da ilk hava meydanı, askeri amaçla 1912 yılında, Yeşilköy`de açıldı. 1944 yılında Chicago`da imzalanan Uluslararası Sivil Havacılık Anlaşmasından sonra, İstanbul/Yeşilköy`de uluslararası bir hava limanı yapılmasına karar verildi. Bu hava limanının yapımı için 1947 yılında, Westinghouse Electric International Company ve The IG White Engineering Corporation ile sözleşme imzalandı. 1949`da başlanan inşaat, 1953`te tamamlandı ve 01 Ağustos 1953 yılında Yeşilköy Hava Limanı adı ile hizmete açıldı. Liman, o günün teknolojisiyle uluslararası standartlarda 05/23 pistine, taksiyollarına, 10 bin m2`lik modern yolcu terminaline, bakım hangarlarına, radyo alıcı-verici cihazlarına ve yedek enerji santraline sahipti. Hava ulaşımının gelişmesi üzerine, 05/23 pisti yetersiz kalınca yeni bir pist yapılmasına karar verildi. 1968 yılında yapımına başlanan 45 m. genişliğinde ve 3 bin m. boyundaki 17/35 pistinin inşaatı, 1972 yılında tamamlandı. 1971 yılında Yeşilköy Hava Limanı için bir master plan uygulamaya konuldu. Plan, 05/23 ve 17/35 pistlerinden başka, her biri yıllık 5 milyon yolcu kapasiteli 4 terminal binası ve mütemmimlerinden oluşuyordu. Mimar Hayati TABANLIOĞLU tarafından hazırlanan proje, THY Hangar Tesisleri, Kargo Tesisleri, Hava Trafik Kontrol Kulesi ve Teknik Blok, Aydınlatma Sistemi, Elektrik Dağıtım Sistemi, eski 05/23 pistinin yeniden yapımı, akaryakıt ikmal tesisleri ile diğer tesisleri kapsamaktadır. Söz konusu projenin içinde yer alan Dış Hatlar Terminali 29 Ekim 1983`de işletmeye açıldı. 1985 yılında, kavuştuğu modern görünümü ile Atatürk Hava Limanı adını aldı. Gelişen hava kargo taşımacılığı nedeniyle 1993 yılında Kargo Terminali Tesisleri hizmete verilmiştir. Sovyetler Birliği`nin dağılmasıyla ortaya çıkan bavul ticareti ve artan charter yolcu trafiğine hizmet amacıyla 7 Aralık 1995 yılında C Terminali işletmeye açılmıştır. C Terminali, 16 Ocak 2000 tarihinde yolcu hizmetine kapatılmış, 2002 yılında ise özel şirketlerin kargo operasyonları için kullanılmaya başlanmıştır. Artan yolcu trafiği nedeniyle, Yap-İşlet-Devret modeliyle yeni bir dış hatlar terminali yapımına karar verilmiş, proje yarışmasıyla proje belirlenmiş daha sonra ise Yap-İşlet-Devret modeliyle yapım ihalesi gerçekleştirilmiştir. Yeni terminal, 10.01.2000 tarihinde işletmeye açılmıştır. Yeni terminalin yolcu kapasitesi 20 milyon yolcu/yıl`dır. Yapılan genişletme ve yenileme çalışmaları sonucunda havalimanımızın kapasitesi 25.500.000 dış hat ve 12.800.000 iç hat olmak üzere toplam 38.200.000 yolcu/yıl`a çıkartılmıştır.

Arkeoloji Müzesi

İstanbul Arkeoloji Müzesi, çeşitli kültürlere ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasındadır. Türkiye'nin müze olarak inşa edilen en eski binasıdır. 19. yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından İmparatorluk Müzesi olarak kurulmuştur ve 13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açılmıştır.

Müzenin koleksiyonunda, Balkanlar'dan Afrika'ya, Anadolu ve Mezopotamya'dan  Arap Yarımadası'na ve Afganistan'a kadar, Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları içinde yer alan medeniyetlere ait eserler bulunmaktadır. Müze üç ana birimden oluştuğu için İstanbul Arkeoloji Müzeleri olarak adlandırılmaktadır.

  • Arkeoloji Müzesi (ana bina)

  • Eski Şark Eserleri Müzesi

  • Çinili Köşk müzesi

Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne miras kalmış bir kurum olan İstanbul Arkeoloji Müzeleri Türkiye'deki ilk müzecilik çalışmalarını bünyesinde toplar. Aslında Osmanlı'da tarihi eser toplama merakının izleri Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren takip edilebilir. Fakat sistemli bir şekilde müzeciliğin kurumsal olarak ortaya çıkışı İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin 1869 yılında 'Müze-i Hümayun' yani İmparatorluk Müzesi olarak kuruluşuna denk gelir. Aya İrini Kilisesinde o güne değin toplanmış arkeolojik eserlerden oluşan Müze-i Hümayun İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin temelini oluşturur. Dönemin Maarif Nazırı Saffet Paşa, müze ile yakından ilgilenmiş, müzeye eser kazandırmak için kişisel çabalar sarf etmiştir. Ayrıca Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden İngiliz asıllı Edward Goold'un müze müdürü olarak atanmasını sağlanmıştır. 1872 yılında Maarif Nazırı Ahmed Vefik Paşa bir dönem kaldırılmış olan Müze-i Hümayun'u Alman Dr. Phillip Anton Dethier'i müdür olarak atayarak tekrar kurar. Dr. Dethier'ın yaptığı çalışmalar sonucunda Aya İrini kilisesindeki mekân yetersiz kalır ve yeni bir inşaatın yapılması gündeme gelir. Maddi imkânsızlıklardan ötürü yeni bir bina yapılamaz fakat Fatih Sultan Mehmet döneminde yaptırılmış olan "Çinili Köşk" müzeye dönüştürülür. Halen İstanbul Arkeoloji Müzelerine bağlı olan Çinili Köşk restore edilerek 1880 yılında açılır.

Yapılış tarihi açısından bakıldığında İstanbul Arkeoloji Müzeleri kompleksi içerisinde en eski yapı Çinili Köşk'tür. Şu anda Türk çini ve seramik örneklerinin sergilendiği Çinili Köşk Müzesi, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'da yaptırdığı sivil mimari örneklerinin en eskisidir. Yapıdaki Selçuklu etkisi göze çarpmaktadır. Kapısı üzerindeki çini kitabede inşa tarihinin Miladi 1472 olduğu yazılıdır ancak mimarı bilinmemektedir. Sonradan yapılan diğer iki bina ise Çinili Köşk'ün çevresinde yer alır. Bu binalardan biri Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk Güzel Sanatlar Akademisi olarak inşa edilmiş olan ve sonradan Eski Şark Eserleri Müzesi olarak düzenlenmiş binadır. Eski Şark Eserleri'nin bugün içinde bulunduğu bina, Osman Hamdi Bey tarafından 1883 yılında Sanayi-i Nefise Mektebi yani Güzel Sanatlar Akademisi olarak inşa ettirilmiştir. İleride Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin temellerini oluşturacak olan bu akademi Osmanlı İmparatorluğu'nda açılmış olan ilk güzel sanatlar okuludur. Binanın mimarı daha sonra İstanbul Arkeoloji Müzeleri Klasik binasını inşa edecek olan Alexander Vallaury'dir. 1917 yılında içindeki akademinin Cağaloğlu'nda başka bir binaya taşınması üzerine bu bina müzeler müdürlüğüne tahsis edilmiştir. Dönemin müze müdürü Halil Edhem Bey Yakındoğu ülkelerinin eski kültürlerine ait eserleri Yunan, Roma ve Bizans eserlerinden ayrı sergilenmesinin daha uygun olacağını düşünmüş ve binanın Eski Şark Eserleri Müzesi olarak düzenlenmesini sağlamıştır. II. Abdülhamid'e aittir.

1881 yılında Sadrazam Edhem Paşa'nın oğlu Osman Hamdi Bey'in müze müdürlüğüne atanması ile birlikte Türk müzeciliğinde yeni bir çığır açılır. Osman Hamdi Bey Nemrut Dağı, Myrina, Kyme ve diğer Aiolia Nekropolleri'nde ve Lagina Hekate Tapınağı'nda kazılar yapmış ve buradan gelen eserleri müzede toplamıştır. 1887 - 1888 yılları arasında günümüzde Lübnan'da bulunan Sayda'da yaptığı kazılar sonucunda Krallar Nekropolü'ne ulaşmış ve dünyaca ünlü İskender Lahdi başta olmak üzere pek çok lahit ile İstanbul'a dönmüştür. 1887 ve 1888 yılları arasında Osman Hamdi Bey tarafından yapılan Sidon (Sayda, Lübnan) Kral Nekropolü Kazısı'ndan İstanbul'a getirilen, aralarında İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar Lahdi, Likya Lahdi, Tabnit Lahdi, gibi ihtişamlı eserlerin sergilenebilmesi için yeni bir müze binasına ihtiyaç duyulmuştur. Osman Hamdi Bey'in isteği üzerine Çinili Köşk'ün karşısına dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen ve Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi) olarak kurulan İstanbul Arkeoloji Müzeleri 13 Haziran 1891'de ziyarete açılmıştır. Müzenin ziyarete açıldığı 13 Haziran günü halen Türkiye'de müzeciler günü olarak kutlanmaktadır. Arkeoloji Müzesi binasına, 1903 yılında kuzey ve 1907 yılında güney kanadın eklenmesi ile bugünkü ana müze binası oluşturulmuştur. Ana Müze binasının güney doğu bitişiğine, yeni sergi salonlarına duyulan ihtiyaç nedeni ile 1969 - 1983 yılları arasında bir ilave yapılmış ve bu bölüm Ek Bina (yeni bina) olarak adlandırılmıştır.

Sultanahmet Square

The first of the seven hills on the promontory has been the most important and dynamic part of the city in all ages. When the city was first founded, the acropolis was a typical Mediterranean trading center surrounded by city walls. This trading center was enlarged and rebuilt during Roman times. The most prominent buildings and monuments of the Roman era were built in the vicinity of the Hippodrome. Very few relics of these works have endured to the present day. 

The imperial palace, known as the "Great Palace", used to spread over an area extending from the Hippodrome down to the seashore. Only the mosaic floor panel of a large hall remains from this palace today. The Augusteion, the most important square of the city, used to be here, and between the square and the main avenue there was the Millairium victory arch. The road used to extend as far as Rome and the stone marking the first kilometer was located here. The baths, temples, religious, cultural, administrative and social centers were all in this district. The area maintained its importance in the Byzantine and Turkish eras. Therefore some of the most important monuments of Istanbul such as the Hagia Sophia, Sultan Ahmet Mosque, the Museum of Turkish and Islamic Art and the Basilica Cistern are all located around the Hippodrome.

Topkapi Sarayı

Topkapı Sarayı'nın ilk yapıları, İstanbul'un 1453 yılında fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından 1460-1478 yılları arasında yaptırılmıştır. Saray, Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında, tarihi İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu'nda, Bizans akropolü üzerine inşa edilmiştir. Kara tarafında Fatih'in yaptırdığı Sur-i Sultanî, deniz tarafında ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. İnşa tarihinden itibaren Sultan Abdülmecid Dönemi'ne (1839-1861) kadar her devirde yapılan eklerle genişlemiş ve 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı Hanedanı Boğaziçi saraylarına taşınıncaya kadar, padişahların resmi ikametgahı ve Devletin yönetim merkezi olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet'in ilanından sonra 3 Nisan 1924'de Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle müze haline getirilmiştir. Geçmişte bahçe ve köşklerle yaklaşık 700 bin metrekarelik bir alana yayılan sarayın müze olan bölümü bugün 45.000 metrekare alanı kaplamaktadır. Sürekli ve geçici sergi salonları ve 80.000 eseri ile dünyanın en zengin saray müzelerinin başında yer alır.

Türk ve İslam Eserleri Müzesi

Müze, Süleymaniye imaret binasından 1983 yılında, bugün içinde bulunduğu İbrahim Paşa Sarayı'na taşınmıştır. 16. Yüzyıl Osmanlı sivil mimarî örneklerinin en önemlilerinden olan İbrahim Paşa Sarayı, Roma Dönemine uzanan tarihî hipodrum'un kademeleri üzerinde yükselir. Kesin yapılış tarihi ve nedeni bilinmeyen bu bina, 1520'de Kanuni Sultan Süleyman tarafından kendisine 13 yıl sadrazamlık yapacak olan İbrahim Paşa'ya hediye edilmiştir. Tarihlerin Topkapı Sarayı'ndan daha büyük ve görkemli olduğunu yazdığı İbrahim Paşa Sarayı, pek çok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemler ve isyanlara da sahne olmuş, İbrahim Paşa'nın 1536'da öldürülmesinden sonra da aynı adla anılmış, başka sadrazamlarca da kullanılmış, kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi ve cezaevi gibi işlevler yüklenmiştir. Dört büyük iç avlu çevresinde yer alan saray, çoğu ahşap olan Osmanlı sivil yapılarının aksine, taştan yapılmış olması nedeniyle, yüzyılımıza tümüyle ulaşabilmiştir ve 1966–1983 yılları arasında onarılarak, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'nin yeni binası olarak bir anlamda yeniden doğmuştur. Bugün müze olarak kullanılan bölüm, sarayın tüm Osmanlı minyatürlerinde ve Batılı sanatçıların gravür ve tablolarında karşımıza çıkan büyük merasim salonu ve onu çevreleyen bölüm ile 2. avlusudur. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü'nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-Unesco tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır. Konusunda dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, 32.730 adet koleksiyonu ile İslâm sanatının hemen her döneminden ve her türünden seçkin eserlere sahiptir. Bölümleri Bölümleri Yazı ve Yazma Eserler, Şam Evrakı, Halı ve Kilim, Ahşap Eserler, Maden – Cam – Keramik, Taş Eserler, Merkez Bankası, Etnografya, Leyla Turgut Terekesi ve Mühür Sikke